Mahmut M. Özdil, 1994 yılında okulumuzdan mezun olduktan sonra, eğitimine Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesinde devam etti. Halen aynı üniversitede Kamu Hukuku alanında doktora çalışmalarına devam eden Özdil, 2000 yılından bu yana Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır. Lise yıllarında Seher Dergisini çıkaran ekibin içinde yer alan Özdil, 1996-2000 yılları arasında, derneğimizin yönetim kurulunda çeşitli görevler üstlenmiş, 2000-2002 yılları arasında ise Dernek başkanı olarak çalışmıştır. 99 mezunlarından Tuba Öztürk’ün eşi, Ali Özdil’in babasıdır.
Yasemin Darbaz Karaca – Öncelikle hoş geldin Mahmutçuğum. Şimdi sana sorularımı uzun girizgâhlar yapmadan, aklıma geldiği gibi sormaya başlayayım. Sence Kartal’ın, Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin bugüne kadar başına gelmiş, en iyi ve en kötü şey neydi?
Mahmut M. Özdil – Hoş bulduk, çok sağ ol, ama cevaplaması zor bir soru sordun. İnsan birçok farklı şekilde düşünüp, birçok farklı cevap verebilir bu soruya, ben de belki hani risk alarak, çok şahsi bir şekilde cevaplandırayım. Zaten başka da şansım yok. Düşünürsek, okul kaçıncı yılını doldurdu? Yirmi üç mü? Ben topu topu sekiz yılında oradaydım. Bence Kartal’ın başına gelen bugüne kadarki en iyi şey, Adem Bey, Adem Kandemir’dir. Söyledim, rahatladım. Ama başka bir açıdan bakılacak olursa, Abdullah Sarımermer’dir, bir başka açıdan bakılacak olursa da elbette Mustafa Gözübüyükoğlu’dur. Şimdi düşündüm de, okulumuzun başına hem bir sürü iyi şey gelmiş hem de bir sürü kötü şey, bu konuda sıkıntımız yok yani maşallah… Ama tek bir kötü şey seçmek gerekirse, diğer kötüler alınmasın, o Efekan Bey’di.
YD – Evet, soyadını bile hatırlamıyoruz. Peki, bence gayet açık ve net bir cevap oldu. Onun için de teşekkür ederim. Adem Bey dedin madem, Beykoz’a gidelim biraz. Şimdi, Beykoz’u sevdiğini biliyorum. O dönemlerin sizin kültürel gelişiminizde ne katkısı oldu? Yani bugün bildiğimiz ve üzerinde durduğumuz anlamda Kartallılık Beykoz’da mı başladı sence Kartal’da mı?
MÖ – Evet, Beykoz’u çok severim, ama şunu da söylemem lazım, okulun Beykoz’da bulunduğu bütün dönemler boyunca devam eden ya da benim farkında olduğum bir sevgi değildi bu. Beykoz’un kesin en azından ilk bir buçuk iki senesi, “Kanlıca’dan sonrasından nefret ediyorum” diyerek, her Allah’ın günü annemi arayıp ağlayarak geçti. Pazar akşamları Beykoz yollarında giderken, yol hiç bitmesin, Tokatköy’e hiç ulaşmayalım isterdim. Muhit olarak da semt olarak da sevmediğimi zannediyordum falan, ama içten içe de o zamanlar bile aslında seviyordum galiba. İyi hatırlıyorum, okulun Kartal’a taşınacağı dedikoduları yoğunlaştığı zamanlardan başlamıştık, Eyüp’le dertlenmeye: “Kartal’da güzel bir binamız olacak ama biz acaba bu tuvaletlerinin kapısı kırık binayı özleyecek miyiz?“
YD – Özlüyor muymuş insan?
MÖ– Özlüyormuş. Zaten ben senelerce, Beykoz’a da gittim geldim, oraları sürekli tavaf ettik, dernek pikniklerinin mesela Kaymakdonduran gibi aslında pek bir özelliği olmayan bir yerde yapılıyor olmasının elbet bir sebebi vardı. Ama şunu söyleyebilirim, Beykoz sizin kültürel gelişiminize ne gibi katkılarda bulundu sorusuna hepimiz adına cevap vermem çok zor çünkü biz orada ilk başladığımızda bizden önce başlamış yüz kişi vardı, biz de ikinci yüz olarak oraya gittik ve çok da heterojen bir grup değildik. Mesela benim açımdan Beykoz, herşeyden önce bir “köyle karşılaşma”ydı. Çünkü ben oraya kadar, köyü sadece ilkokul kitaplarında görmüştüm. İşte 7. ünite: Köy; köy böyle yemyeşil bir yerdir, köyde tezek yakılır, bu tavuktur, bu ördektir falan gibi, sadece resimlerini biliyordum. Bu arada gitmeden evvel Beykoz’da köyle karşılaşmayı da beklemiyordum. Anadolu Liseleri sınavı zamanı, şimdi neresi yazılacak falan derken, benim öğretmen bir amcam vardır, demişti ki, “Beykoz’da bir okul var, hem Anadolu Lisesi hem İmam Hatip Lisesi”- annemin çok dindar olduğunu, abimi etraftan yükselen bütün itirazlara rağmen İmam Hatip Lisesi’ne verdiğini bildiği için, abimi kurtaramamışlar, bari biraz olsun beni kurtarmak için, İmam-Hatip kısmını özellikle vurgulayarak söylüyor- “böyle ormanlar arasında, yanından nehirler akıyor, İngiliz yatılı okulları gibi bir okul, harikulade bir yer, muhakkak orayı yazın.” Biz de ne yazmadan evvel gidip binasını gördük, ne bir şey araştırdık. Öyle yazıldı, ben de tuttum kazandım. Hiç unutmuyorum, annem, babam, ben kayda gidiyoruz, Beykoz’a geldik, bakınıyoruz etrafa, büyük bir arazi olacak, içinde de güzel bir okul olacak…
Beyaz bir bina..
Hiç insanın gözüne çarpmıyor öyle bir şey Beykoz’da. Birkaç insana sorduk yolda, kimse bilmiyor, o şaşaalı okul, bütün dünyayı değiştirecek okulu Beykozlular bilmiyor. Namı bize kadar gelmiş ama. Sonra Beykoz’da bir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü bulduk, oraya soralım dedik nerde bu diye. Dediler ki “O Ortaçeşme’de, yanlış yerde arıyorsunuz, Ortaçeşme’ye devam edeceksiniz.” biz Ortaçeşme’ye devam ettik.
Zannediyorsunuz ki ormanın derinliklerinde..
Ormanın derinliklerine doğru gidiyoruz… Ondan sonra geldik Ortaçeşme’ye yine soruyoruz yine kimse bilmiyor. Bakın bakın… Öyle ihtişamlı bir bina yok. Soruyoruz, insanlar bilmiyorlar. En sonunda bir teyze gördük, teyzeye sorduk. Teyze düşündü düşündü “hmm Tokatköy’de bir Kur’an kursu var, siz orayı soruyorsunuz”; dedik “Yok biz orayı sormuyoruz.” “Yok siz orayı soruyorsunuz, başka yer yok, orada çocuklar kalıyor, başlarında Mehmet Bey diye bir hoca var, çok iyi bir hoca…” Peki dedik herhalde bir bildiği var, bir bakalım en azından, okul orda değilse de kurstakiler İmam Hatip Lisesi’ni bilir… Tokatköy’e doğru gitmeye başladık. Ben de böylece köy neymiş, görmüş oldum. Ortaçeşme’den Tokatköy’e giden yol asfalt değildi ben kayda gittiğimde, bildiğimiz köy yolu, işte yolda inekler dolaşıyor, tavuklar var etrafta, öyle bir köyün içinden geçerek, sahiden de orman içinde bir yere ulaşıyorsunuz. Ormanın içi derken tabi böyle çok insanın gözünde büyütmemesi lazım ama bir kere bahçe sınırı olmayan bir okul, bir tepenin üzerine kurulmuş, arkalar olduğu gibi dağ, orman, bahçe… Herhangi bir okul bahçesi sınırı yok. Göz alabildiğine bizim okulun bahçesi diyebilirsiniz. Dere derseniz gerçekten var bir dere ama nasıl bir dere olduğunu şimdi söylemeyeyim, uzaktan bir yerden akıyor, seneler sonra anladım bize pazarlanan o İngiliz yatılı okulunun yanından akan derenin o dere olduğunu… Böyle bir yer. İşte sobalı, kalorifer yok, iki katlı mütevazi bir sarı bina…
Beyaz çarşafları sizin için önceden ısıtılmış yataklar yok…
Neredeyse yatak bile yok, gerçi İngiliz yatılı okullarında da olduğunu zannetmiyorum öyle bir lüksün, ama en azından, ormanın içinde, etrafından nehirler akan bir yatılı okul dedirtecek bir bina değil hiçbir şekilde. İşte o yüzden benim açımdan nasıl bir şoktu dersen, ben tam apartman çocuğuydum, mesela ben adına karga denilen kuşun o kuş olduğunu Beykoz’da idrak ettim. Çünkü karga deyince insan çok çirkin bir kuş düşünüyor, kargayı belki ben de evvelden görmüşüm ama o kuş niye karga olsun, o güzel bir kuş. Meğer karga oymuş… Bunun dışında benim açımdan böyle bir tecrübe olmasının dışında, şöyle bir şey daha var, daha ben on yaşındaydım Kartal’a başladığımda, sadece apartman çocuğu değil, aynı zamanda çok da annesinin kuzusu bir çocuktum, iki yıl belki de o yüzden Beykoz’a giderken sürekli ağladım. Bir yandan da kendi başınıza olmayı öğreniyorsunuz. O açıdan annemi de çok takdir ediyorum ben. Çünkü evlatlarına çok düşkün bir anneydi. Ben üniversitedeydim, benim peşimden gece evde süt bardağı dolaşıyordu, iç demeye cesaret edemiyordu kızarım diye ama ben neredeysem süt bardağı oraya geliyor, işte o derece düşkün bir anneydi, ama on yaşındayken beni yatılı okula verebildi. Abimi de aynı şekilde yatılı okula vermiş, ablalarımı da aynı şekilde, çünkü o bence hani böyle bir müddet sancılı bir süreç de olsa insana kendine güvenmeyi öğretiyor. Öyle de bir yönü var benim açımdan Beykoz’un.
Sonradan ileride başına çok iş açan bu kendine güven meselesini konuşacağız.
Yok o manada söylemiyorum. Kendine güvenmeyi öğretiyor derken, şöyle bir şey, bir kere daha aslında çocuksunuz, on yaşındasınız hatta belki aileniz öğretmenleriniz sizi arkadan arkaya çok destekliyorlar, çok sizi yönlendiriyorlar. Ama siz bütün bunların farkında olmuyorsunuz ve bütün o arkadaşlıklarınızı siz kurmuş oluyorsunuz, yaptığınız her şeyi siz tek başınıza yapmış oluyorsunuz, ya da ister istemez bazı kararları siz kendiniz veriyorsunuz. Sabah anneniz ütüleyip şu gömleği giyeceksin demiyor. İşte o, neyi giyeceksiniz, neyi giymeyeceksiniz, ne kadar çalışıp ne kadar haylazlık edeceksiniz, paranızı nasıl harcayacaksınız, yemeği okulda yiyecek misiniz, yemeyecek misiniz, aç mı kalacaksınız, bunların hepsini bir şekilde kendiniz hallediyorsunuz ve bu insana gerçek olmasa bile çok hoş ve insanı çok uçuran bir özgürlük duygusu veriyor. Bir de dediğim gibi Beykoz sahiden –bunu efsanesi yürüsün diye söylemiyorum- ama bahçe sınırı olmayan bir okuldu. Hele bizden önceki dönem, yani 93 mezunlarının yaşadığı şey, bizim yaşadığımızla da kıyaslanmaz bir şey. Biz okula başladığımızda iki saha vardı. Birine büyük saha diğerine küçük saha diyorduk. Biz başladığımızda vardı, ama bir öncekiler başladığında yokmuş, çünkü her taraf çalılıkmış, dikenlikmiş ve bizden önceki dönemdeki arkadaşlar oraları yakmış, bir şekilde alan açmışlar ve saha yapmışlar kendilerine. En azından bize öyle anlatmışlardı, anlatıldığında da gerçeküstü durmuyordu… Sonuçta böyle bir tecrübeden bahsediyorum ya da ne bileyim bugün bir sürü Kartallıya çok garip gelecek bir şey, bizim sınıfta senelerce soba görevlisi vardı. Bir tane sınıf başkanı vardı, bir tane günlük nöbetçi vardı tahtayı falan silmek için, bir de soba sorumlusu vardı. O da işte sabah talaşı getirecek, odunları getirecek, Ramazan Abi’ye yalvaracak talaşın üstüne biraz gaz döksün diye. Sonra ne bileyim sobanın üstüne kimse tükürmesin diye uğraşacak, çünkü insanlar orada ekmek kızartıyorlar… Yaşarken zaman zaman çok zor gelse de, o zorluklarla birlikte çok özel bir tecrübe yaşadığınızı da size fark ettiren ve bittikten sonra çok özleyeceğinizi hissettiğiniz bir dönemdi. O yüzden de böyle objektif olarak durup, o dönemin benim kültürel gelişmemde nasıl bir katkısı olduğunu değerlendiremiyorum. Ama yaşadığım için asla pişman olmadığım ve böyle her zaman, her anıyla en kötü anlarını bile çok gülerek, mutlu olarak hatırladığım bir dönem benim için. Sorunun ikinci kısmına gelecek olursak, yani “Bugün bildiğimiz anlamda Kartallılığın temelleri sizce Beykoz’da mı atıldı Kartal’da mı atıldı?” sorusuna; bir kere bugün bildiğimiz anlamda Kartallılık nedir ondan çok emin değilim. Zaten varsa eğer Kartallılık diye bir şey, onun bizim bildiğimiz bir şey olmaması lazım, her gün öğrenmemiz gereken bir şey olması lazım. Çünkü her mezun olan dönemle hatta tek tek her Kartallıyla değişen bir şey olmalı bu. Yoksa okul, Kartal, kendisinden mezun olan herkesi tek tip, aynı şeylere gülen, aynı şeylerden hoşlanan, aynı şeylerden hoşlanmayan bir kitle haline getirecekse bunun hiçbir anlamı yok ve bu hani hoş karşılanacak bir şey de değil bence. O yüzden de benim açımdan elbette bunun temelleri Beykoz’da atıldı ondan sonra da Kartal’da devam etti. Yani Beykoz tecrübesini yaşamasaydım ben bugün olduğum gibi bir insan olmayacaktım sonuçta, ama mesela…
Bunu bu kadar net bir şekilde söyleyebiliyor musun?
Bunu bu kadar net bir şekilde tabii ki söyleyebilirim. Mesela şunu da söyleyebilirim. Sen de Beykoz tecrübesini yaşasaydın başka bir insan olacaktın. Ama şimdi sen yaşamadın. Yedi yıl okudunuz değil mi siz, yedi yılın yedisini de Kartal’da geçirdin. Bu senin Kartallılığına halel getiriyor mu? Hayır. Ben sekiz sene boyunca Kartal’da değildim, dördünü Beykoz’da dördünü Kartal’da geçirdim bu beni tırnak içinde daha iyi veya daha kötü bir Kartallı yapmıyor, benim gibi bir Kartallı yapıyor sadece. Şu beni hayatta çok rahatsız eden bir şey; bazı adamlar var veya bazı kadınlar var onlar için hayatta ulaşabildikleri en yüce nokta liseleri veya üniversiteleri ya da belki başka bir düzlemde “memleketleri”…. O yüzden hayat boyu ortalıkta “bilmem ne lisesi, bilmem ne lisesi” diye geziyorlar ve bu çok komik bir şey çünkü birincisi kişisel olarak çıtayı çok aşağıda tutmak, ikincisi de o çok sahip çıktığınızı düşündüğünüz kurumu donduran bir şey. Mesela herkese Kartallılık ruhu aşılanacak diye bir şey varsa eğer ben ondan ürkerim sahiden. Çünkü niye benim zamanımda benim yaşadığım şeyleri herkes tekrar tekrar yaşasın? Niye mezun olduğum okul tekrar tekrar küçük Mahmutlar, küçük Yaseminler yetiştirsin? Bunun eğlencesi, eğlenceden geçtim faydası ne olur? Ben de mesela benim içinde bulunmadığım dönemde, sizin Kartal’da yaşadığınız hikayelerden çok büyük zevk alıyorum ve bizde olmayan bazı şeylerin sizde olduğunu görüyorum. Bunların hepsi birleşince belki ahenkleri, uyumları hatta çatışmaları, eğer varsa bir Kartallılık oluşturur. Ama bugün bildiğimiz manada bir Kartallılık ben göremiyorum. Bence yok, olması da iyi bir şey değil zaten.
Aslında burada Kartallılıkla belki şunu kastediyoruz; Kartal çok hikayeli bir okul, her dönemin, her sınıfın, her grubun hatta her kişinin kendine ait bir sürü inanılmaz eğlenceli bazen de inanılmaz kötü hikayesi var.
Tam da bunu kastediyordum aslında. Nedir? Bir sınıfın yaptığı şakayı öbür sınıf yaparsa onun tadı kaçar, o olmaz. Aynı dönem içinde bile olmaz. C sınıfı bilmem ne hocaya şöyle bir şaka yapmış biz de yapalım dediğinizde o olmaz. Ya da çok sık olur bu, hele lise yıllarında daha sık olurdu; bir anda bir şey yaşarsınız o size çok eğlenceli gelir onu hep özlemle hatırlarsınız ama o bir daha yakalanmaz çünkü o, o anda olmuştur ve bitmiştir. Bir daha onu aramanın bence bir manası yok, o yüzden böyle özür dileyerek belki ters bir cevap verdim.
Estağfurullah, estağfurullah, teşekkür ederim, iyi bir cevap oldu bence. Sana bugün de üzerinde uzun konuştuğumuz bir konu hakkında soru sorayım. Herhalde benim sormam da çok tuhaf kaçmaz, okulumuzun yeni binası hakkında ne düşünüyorsun?
Bir kere şunu söyleyeyim; burada öyle bir Beykozluluk yapayım. Bana bu soruyu Beykoz’daki bina için soracak olsaydın, hiç bir şeyinin değişmemesini isterdim. O yamuk duvarlarının, o pencerelerinin bir türlü düz olamamasının, tavanından su akmasının, bütün bunların hiçbir tanesinin hatta renginin bile değişmemesini isterdim. Bu belki çok bencilce bir şey ama nedense Beykoz’daki o kusurlu, kötü, biz orada okuduğumuz dört yıl boyunca aşama aşama yapılan o binaya duyduğum bağlılığı, Kartal’daki binaların hiçbirine karşı duymuyorum. Çünkü Kartal’daki binalar, içinde ne kadar rahat etmiş olsak da zamanında, devlet dairesi gibi binalardı. Bir hikâyesi olan binalar değildi. Bir de belki oluşumlarına şahit olmadık –biraz gevezeliğim tutuyor hep anlatıyorum ama- ilk başladığımızda Beykoz’da, okul iki katlıydı, biz hazırlığı bitirdik o yaz çatısı yıkıldı. Eğer yanlış hatırlamıyorsam iki üç sene boyunca inşaatı devam etti, üçüncü kat çıktı, dördüncü kat çıktı beşinci kat çıktı ondan sonra çatısı kuruldu, bir de çatı katı oldu arada. An be an ona şahit olduk, tabiri caizse şatomuz gözümüzün önünde estetik ameliyatlar geçirdi, ama Kartal’da…
Her şey hazır…
Her şey, bütün binalar yepyeni, bir şeyi çok net hatırlıyorum, sekizinci sınıfın yazında bir veli toplantısı oldu Beykoz’da, okulumuz önümüzdeki yıl nereye taşınıyor görülsün diye ordan herkesi aldılar Kartal’a götürdüler. Orada Yusuf Yılmaz gibi bir takım arkadaşlarla etrafı dolaşırken “Aman Allah’ım, yangın alarmı var!” diye hayretler ettiğimizi hatırlıyorum. Çünkü yangınla ilgili bizim bildiğimiz bir tek sapları kırmızı kazma, kürek, içi sürekli bizim tarafımızdan boşaltılan bir tüp, bir de bir takım kovalar içlerinde kumlar bulunur… Yangın söndürme oydu. Ama Kartal’a bir gittik, her katta o düğmelerden var. Yangın anında kıracaksın, basacaksın, her tarafta alarm çalacak, olmaz canım, uzay filminde miyiz sonuçta? O gün biz onu kırdık, baktık, denedik çünkü aklımız almadı, sahiden çalışıyor mu basınca, zil çalıyor mu diye. Öyle bir yerdi bizim için Kartal. Ama dediğim gibi böyle değişmesi, yıkılması, etmesi beni nedense o manada çok rahatsız etmiyor. Bina anlamında orayla bir bağ kurmadım. Ama Beykoz’a gittiğimde bugün, “Rengini maviye boyamışlar, aman Allah’ım böyle bir şey nasıl olabilir?” diye dertleniyorum. “Yanına bir şey yapmışlar, mahvetmişler.” diyorum. Belki, haklı olarak bir istinat duvarı yapmışlar, “Bunu niye yapmışlar, orada bizim kayalarımız duruyordu, o kayaları ne yaptılar?” diyorum. Kartalla ilgili böyle hislerim yok. Ama yeni binayı çok ayrıntılı görmedim. Binanın bir tek fotoğraflarını gördüm. Eskisinden daha mı iyidir, çok emin değilim ama genel olarak -sen de bir bölümünü gösterdin bana- biliyorum, Milli Eğitim okul binalarını yeniden şekillendiriyor, bir takım kamu kurumları filan…
Adliye sarayları var.
Adliye sarayları falan var, nihayetinde mimar değilim onu değerlendirecek durumda değilim ama baktığımda sanki kıyafet balosu gibi bir şey görüyorum ortada. Hiçbir hakikiliği olmayan bir takim binalar. “Selçuklular uzay üssü yapsalardı nasıl bir şey olurdu?”nun çok başarısız birtakım varyasyonları, Selçuklu tarzını karikatürize eden bir mimariye aynalı dış cephe camları giydiriliyor falan… Binanın orasından burasından bir bombe bir kubbe, bir sivrilik çıkınca o sanatlı oluveriyor… Bunlar beni birkaç manada çok rahatsız eden şeyler. Bir kere o yapıları gördükçe rahatsız olurum, ikincisi de şaka değil memleketin dört bir yanına kocaman binalar yapılıyor ve yarın bir gün, daha aklı başında birileri bu işe el atmaya çalıştığı zaman, ne yapacak o binaları? O akımın bir temsilcisiyse Kartal’daki bina da, benim açımdan üzücü bir şey. Ama bir yandan da mimarlık sözkonusu olduğunda, neremiz doğru ki orası eğri kaldı diye dertleniyoruz?
Teşekkür ederim.
Rica ederim.
Yakın zamanda çocuk sahibi oldun. Ali büyüse okul çağına gelse Kartal’da okumasını ister miydin?
Şöyle çok dürüstçe cevap vermem gerekirse, bilmiyorum. Ali’nin benim yaşadığım lise tecrübesine benzer bir tecrübe yaşamasını elbette çok isterdim. Ama bu mesafeli cevap, sırf Kartal’ın son yıllarda geçirdiği özel durumdan kaynaklanmıyor. Hangi okuldan mezun olsam bu geçerli olurdu. Evet, ben mezun olduğum okulda geçirdiğim sekiz sene boyunca çok mutlu oldum, fakat bu böyle diye aynı okulda çocuğum da çok mutlu olacak, bunu hiçbir zaman garantisi yok, bilemeyiz. Bu yüzden onun da tıpkı benim gibi çok mutlu olarak, her anından zevk alarak anacağı bir okul tecrübesi yaşamasını isterim. Ama daha ötesinde bir şey söyleyemiyorum.
Yani aslında bir Harikulade İşler Şatosu’nda okusun istiyorsun ama burası neresi olursa..
Evet, onu da artık kendisi inşa etsin…
Peki madem Harikulade İşler Şatosu dedik. Senin Harikulade İşler Şatosu dediğin bu mekân bu ismi hak edecek ne gibi harikulade işlere sebep oldu?
Ne gibi harikulade işlere sebep oldu dersen, işte ben Tuba’yı orada buldum, sen Ömer’i orada buldun, daha ne olsun… Ama şunu söylemek lazım, orayı Harikulade İşler Şatosu, biz yaptık. Normalde, bildiğiniz -Beykoz’dakinden bahsedecek olursak beş katlı uyuz bir bina, Kartal’dakinin halinden biraz evvel bahsettik- böyle aman aman şatolar, kırmızı halılar, senin dediğin gibi böyle her sabah çarşafları ısıtılan yataklar, böyle şeylerden dolayı şato değildi.
Şatoda bir ironi var mı peki, dalga geçme?
Bir yandan tabii, hani düşünün bizim şato diye bahsettiğimiz yer şöyle bir yer; sabah uyandığınızda gece yağan yağmur nedeniyle yatakhaneyi sel basmış oluyor, o yüzden terlikleriniz yüzmüş, bir taraflara gitmiş oluyor, siz de böyle zıpaya zıplaya o suların içinde terliğinizi aramak zorunda kalıyorsunuz. İşte burası da şato… Ama bence orayı benim açımdan harikulade işler yuvası, harikulade işler şatosu yapan şey, o terlikleri ararken bunu bir eğlenceye çevirebilme yeteneği ya da onu çok eğlenceli bir şekilde yapabildiğiniz arkadaşlarınızla birlikte olabilme imkânı… Sonra bir yandan da ciddi bir şey bu, sonuçta şato, hangi anlamını düşünürseniz düşünün, insanların kendisini içinde güvende hissettikleri bir yerdir, ben orada onu çok yaşadım… Bir de şöyle bir şey var, aslında bizim açımızdan çok önemli; biz ikinci dönemiz, bizden önce, dediğim gibi, bir yaş büyük yüz kişi daha vardı okulda, sonra biz gittik. Ben üniversiteden de aynı şekilde mezun oldum. Üniversitenin de ikinci dönemiydim. Orada üniversiteden mezun olurken bizim rektörümüz şunu söylemişti bizim için: “Siz kurucu öğrencilersiniz.” Beykoz için de yani Kartal için de aynı şey geçerli, biz oranın kurucu öğrencileriydik, ne olduysa bizimle birlikte oldu. “Neydi orayı benim için harikulade kılan?” dediğimde ise; en birinci sırada arkadaşlarım geliyor.
Tam da onu diyecektim. Kimlerdi o süper kadro? Bir de onları anlatalım…
Önce şunu söyleyeyim, insan küçükken sık arkadaş değiştiriyor. Hazırlıktaki en yakın arkadaşım kimdi, çok net hatırlamıyorum bile çünkü muhtemelen aydan aya herkes en yakın arkadaşını değiştiriyordu. Ama benim yedinci sınıftan itibaren hayattaki en yakın arkadaşım bugün hala hayattaki en yakın arkadaşımlardan biri; Eyüp .“O kadronun içinde başka kimler vardı?” diye düşünecek olursak; bir kere bütün Seher kadrosunu benim saymam lazım. İsmini unuttuğum birileri olur diye endişeleniyorum biraz da ama Eyüp, efendime söyleyeyim Bünyamin Yıldız, Alperen , Fatih Gürlen, -Seher kadrosunda belki yoktular ama- Mustafa Demiray, Abadi (Kerem), bu serüvenin önemli bir kısmında bizimle birlikte olan Ekrem Bilim, bizim bir üst dönemden Ömer Nusret Kurt, çeşitli dönemlerde derginin içinde olmuş olan yine üst dönemlerden Ebubekir Ceylan, Sadık Ünay, alt dönemlerden Bülent Onat; bunlar Seher kadrosu diyebileceğim kadro, başka bir sürü insan… Ömer (Karaca)’i de söylemem lazım tabii, Mehmet (Sarımermer)’i de Bacacı’yı (İbrahim) da, Selim’i (Çakır) de Selman’ı (Yılmaz) da, seni de… O yüzden onların hepsi isimleri söylenmiş saysınlar, bütün dönemleriyle bütün Seher ekibi. Ama elbette arkadaşlarım sadece Seher çevresinden değildi, Seher ekibinin dışında benim mesela edebiyatla, Seher’le, efendime söyleyeyim hatta ders kitabı bile okumakla hiç alakası olmayan bir grup arkadaşım daha vardı, mesela demin de adı geçti, Yusuf Yılmaz, okulun çatısını yakmıştı iddia üzerine biz ortaokuldayken, benim de günler boyunca dolabım aranmıştı, yakın arkadaşız ya, kibrit var mı bunların dolabının bir tarafında diye. Ondan sonra ne bileyim mesela Mehmet Erdoğan benim çok yakın arkadaşımdı, dediğim gibi edebiyatla, Seher’le ilgisi yoktur; belli bir zaman sonra zaten okuldan ayrıldı. Öyle bir ekip de vardı. Birbirlerinden aslında çok farklı eğilimleri olan, birbirleriyle vakit geçirmeyen belki de tanışmayan, farklı arkadaşlarım vardı. Öncelikle bu arkadaşlarımı söylemem lazım. Ondan sonraki harikuladelik, Seher’di benim için. Hazırlıktaydım, Kültür Edebiyat Koluna yazıldım, dediler ki “Sen Kültür Edebiyat Kolunun Genel Sekreterisin”, ben de çok sevindim. Orta ikide duvar gazetesi çıkartırken, madem dökülüyor bütün taşlar, bunu da söylemem lazım, duvar gazetesinin suntasını, bezini, çerçevesini Beykoz marangozlarında pazarlık ederek kendimiz yaptırmıştık. Bu arada Kadir (Öztürk)’in adını unuttum demin, hala iki görmesem özlerim, onu oraya eklemek lazım, Cenk (Dilberoğlu)’i eklemek lazım, Neco’yu, bir sürü insanı eklemek lazım aslında. Kadir de nerden geldi aklına dersen, duvar gazetesinden bahsederken, Kadir Öztürk’ten benim haberdar olduğum ilk yer –onun resmi çok iyidir- duvar gazetesi vesilesiyle olmuştu. Çanakkale Şehitleri’ne şiirinin yanına bir asker resmi çizmişti…
Kadir’in resmi mi iyiydi?
Tabii Kadir’in resmi iyidir. Zaten o yıllarda Kadir öyle inekti ki, iyi olmayan hiç bir dersi yoktu… Sonra duvar gazetesine sığmadı bizim arzumuz, Nevzat Bey dedi ki bir gün “Çocuklar dergi çıkarıyoruz.” “Aaa ne güzel, çıkartabilir miyiz hocam?” “Tabii çıkartırsınız. Adı da Seher olsun, logosu da şu şekilde yazılıyor.” Sonuçta bizim kararımızla olmuş bir şey değil, ama sonuçta yedinci sınıfta biz oturduk dergi çıkarıyoruz diye canla başla çalışmaya koyulduk, ama dergiyi elimize alana kadar da inanmadık becerebileceğimize. Ama cidden çalıştık, kaptırdık kendimizi… O zamanlarda Kültür Edebiyat ve Kütüphanecilik Kolu muydu neydi, bizim kol, hatırlamıyorum tam ama kütüphane de bizim mesuliyetimizdeydi. Dergi odası falan Beykoz şartlarında hayal bile edemiyorduk. Ama işte Allah’tan bir kütüphane var, kütüphanenin pencereleri yok, daha takılmamış, o yüzden tabii çok toz tutuyor, ama ziyanı yok, biz böyle kovalarla su taşıyıp, Turan Koç, Eyüp, ben, hiç unutmam, kendi nöbet günlerimizde o kütüphaneyi pırıl pırıl edip, dergi toplantılarımızı orada yapardık… Yazıları eleyeceğiz diye yaz boyu bir Eyüpler’de bir bizde toplanıp, akşamlara kadar onun şurası eksik bunun şurası fevkalade diye ahkam keserdik… İlk sayı çıktı, aaa oluyormuş. Sonra maalesef Nevzat Bey ayrıldı okuldan. Adem Bey’le çalışmaya başladık. İkisi de çok büyük bir şanstı bizim için, çünkü hem Nevzat Bey hem Adem Bey bize şunu öğrettiler; bu dergiye kimseyi karıştırmayın, bu dergi sizin derginiz, mesela hiç içinde öğretmen yazısı olmasın.
Zaten Seher’in en büyük özelliğidir, içinde hiç öğretmen yazısı olmaması.
İçinde hiç öğretmen yazısı olmasın; öğretmenler zinhar yazı yazmasın da demek değil bu, öğretmenler çok yazmak istiyorlarsa başka dergi çıkarsınlar. Burada sadece öğrencilerin kültür, edebiyat, sanat, bu çerçevedeki yazıları yer alsın. Adem Bey sahiden bize o çalışma disiplinini, özgür düşünmeyi, bağımsız düşünmeyi aşılamaya çalıştı okulda geçirdiği bütün zaman boyunca ve onun sahiden bizim açımızdan çok ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. İkinci sayıdan sonra Adem Bey de okuldan ayrıldı. Biz mesela çalışmak istemediğimiz bir hocayı başımıza verdiklerinde direndik ve çalışmadık. Bir müddet dergi çalışması olmadı. Baktılar çıkmıyor bu dergi, ondan sonra Ferhan Hanım geldi derginin başına. Ferhan Hanım’la zaten yaşlarımız da çok yakındı. Hoca öğrenci ilişkisinin ötesinde daha dostluk temelli bir ilişki de kurabildik. Ve arkadaşlarımdan sonra işte o Seher’dir benim için orayı Harikulade İşler Şatosu yapan.
Şimdi de biraz rahatsız edeyim seni, Seher’in biraz değişik bir yayın anlayışı vardı. Nasıl diyeyim, aslında İmam-Hatiplilerin hayata bakışı genellikle çok din üzerinden temellendirilir ya, Seher’in içeriği bu açıdan da sanki biraz alışılmadıktı… Seher tam bir edebiyat dergisi gibiydi, sanki Bir İmam – Hatip dergisi değildi ve hem bu yüzden, hem de içinize başkalarını kabul etmemeniz, -bunu tırnak içinde söyleyeyim- kadrolaşmanız yüzünden, biliyorum ki sizden hoşlanmayan bir sürü arkadaşın vardı. Bunda tabii senin uzun saçlarının da tesiri vardı… Okul bittikten sonra bu ilişkiler nasıl oldu? Bu birinci sorum…
Bir kere şunu tekrar edeyim, en başından beri Nevzat Bey ve Adem Bey tarafından bize empoze edilen şey şuydu; “Bu dergi Kartal Anadolu İmam – Hatip Lisesi’nin veya Beykoz Anadolu İmam – Hatip Lisesi’nin dergisi değil. Bu dergi, Kartal Anadolu İmam – Hatip Lisesi ya da o zamanlar Beykoz Anadolu İmam – Hatip Lisesi öğrencilerince çıkartılan bir kültür edebiyat dergisidir.” Bu ikisi arasında bir fark olduğu bize empoze edildi biz de kalben benimsedik bunu. Yani bunu biz kendimiz bulmadık, kendimiz icat etmedik. Bu da şu demekti; kimsenin dünya görüşüyle, dünyaya bakışıyla, hayatı anlamlandırmasıyla hiçbir derdimiz olamayacaktı. Demek ki bizim yapmamız gereken, o görüşten ya da bu görüşten, kendi görüşlerini yansıtarak ya da hiç yansıtmayarak, ama edebiyat çatısı altında buluşabilen ürünler veren arkadaşlarımızı bir araya getirmek ve o arkadaşlarımızın ürünlerini yayınlamak.
Bu arada sözünü keseceğim ama Seher suya sabuna dokunmayan bir dergi değildi, bir yandan çok ciddi duyarlılıkları vardı, Bosna – Hersek savaşı sırasında Bosna dosyası hazırlamıştı. Yani bu anlamda…
O zaman biraz büyümüştük tabii, tek sayıda da değil, senelerce, çok rahatsız olduğumuz bir şeyi dergiye taşımıştık, elbette. Ama benim söylemeye çalıştığım şey şu; yani sen diyorsun ya bir ikilik yaratmıştınız Seherciler ve olmayanlar diye, şimdi o zaman da ben bu söylendiğinde hiç anlamazdım, bugün de hiç anlamıyorum. Çünkü Seher’i açın bakın, Seher’deki imzaların geniş bir yelpazeyi temsil ettiğini görürsünüz. Üstelik belki saf bir bakışla hepsi hak etmese bile, bir çeşitlilik olsun istenirdi, bu açıdan da şartlar zorlanırdı. Ama bizim nihai amacımız neydi, edebiyat dergisi çıkarmak. Edebiyat dergisi çıkarırken, okullarımızın sorunları, nasıl daha iyi bir eğitim olur, öğretmenlerimize nasıl davranmalıyız, öğrenci sınıfta nasıl hareket etmeli, bu gibi konulara yer vermek istemiyorduk. Çünkü bunların eğer olacaksa, başka bir dergide yapılması gerektiğini düşünüyorduk. Onun yerinin bu dergi olmadığını düşünüyorduk, o yüzden de onlara yer vermedik. Bunun dışında propagandaya yönelik herhangi bir şeyin ya da bir takım didaktik saçmalıkların da yerinin orası olmadığını düşünüyorduk. O yüzden de buna alışkın olmayan bir takım insanlar uzunca bir süre taciz ettiler, etmediler değil. Seher okulda yakılmakla tehdit edildi, görüldüğü yerde toplatılsın denildi, sınıflarda koca koca adamlar arkadaşlarımızı toplayıp, “Müdür bey bunları şımartıyor, kayırıyor, biz bir şey yapamıyoruz, bari siz müdahale edin” yollu nutuklar attılar. Yani her şey güllük gülistanlık değildi. Bir de küçüksün o zaman, isyan hoşuna gidiyor, onunla mücadele ediyorsun, vay öyle mi dedi ben de böylesini yapıyorum diyorsun, yani benim açımdan, bizim açımızdan, hepimiz açısından belki öyle bir bilenme işlevi görmüştür bütün bunlar. Kişiliğimizin gelişmesine de etkileri, faydaları da olmuştur ama sahiden dergiye, derginin içeriğine bunu yansıtmamaya çalıştık. Ama tabii itiraf etmeliyim, çok bunalmıştık ve son sayımızda biraz çocukça da olsa tek bir yazıyla intikamımızı aldık kendimizce… Ama bunun dışında dediğim gibi bütün bu karmaşa, derginin içeriğine neredeyse hiç yansımadı…
Peki, o zaman tam senin anlattığın konuyla ilişkili olarak, Seherciler ve Seherci olmayanlar meselesine geçiyorum. Aslında bunun olumlu bir neticesi de var; okulda çok fazla edebiyata ilişkin etkinlik ve…
Bir kere şunu söyleyeyim Seherciler ve Seherci olmayanlar diyorsun ya, bu bizim zamanımızda eğer vardıysa bile, sizin zamanınızda olduğu kadar net değildi. Bizim zamanımızda Seherciler vardı ama Seherci olmayanların da yazıları Seher’de yayınlanırdı. Yani buna herhalde itiraz edecek kimse yoktur.
Demeye çalıştığım şey şu, Seher’in okulda bu kadar önemli bir konu olması bütün okulun edebiyata ilginç bir şekilde ilgi duymasına ve bu konuda çalışmalar yapmasına sebep oldu..
Muhtemelen o bizden sonra olmuş bir şey yani bunun bir Seherciler, seherci olmayanlar şeklinde zuhur etmesi…
Öyle mi diyorsun?
Çünkü bizim zamanımızda da başka bir takım dergiler çıktı. Mesela Cemre çıktı ama Cemre’nin içinde Sadık Ünay da vardı, o Seher’in de içindeydi, Ömer Nusret Kurt vardı, o da Seher’in içindeydi, gerçi bir atışmamız vardı Cemre’yle ama en azından benim bakış açımdan Cemre, bizim üst dönemin dergisiydi, karşıtımız değil, biz de zaten bizim dönemin dergisi değildik. Elbette her dergi yönetiminin kendisine ait başka bir politikası olur, o da başka türlü bir edebi anlayışın temsilcisiydi. Sonra bir de Anadolu’dan Selam vardı, Seher’le lüzumsuz bir takım işlerin peşinde koştuğu için tatlı tatlı dalgasını geçen… O da zaten haber aktüalite filan o konularla ilgiliydi, edebiyatla değil… Hatta, çok sonraları, bambaşka bir dergi, bir anlamda Seher’le, tırnak içinde Sehercilerle olan hesaplaşmasını, yine Seher adıyla yaptı…
Bunlar sonuçta ilginç şeyler, Seher diye bir dergi çıkıyor, onu çıkaran bir grup var, ona sinir olan olan bir grup var, Cemre diye başka bir dergi çıkıyor, arada olanlar var, hem ona hem ona yazıyor ama aynı zamanda diyorsun ki atışıyoruz. Seher nasıl bu kadar kışkırtıcı oldu?
Bir kere şu var; herkesin hoşuna gidiyor o yaşlarda adını bir yerde basılı olarak görmek. Onu annenize gösteriyorsunuz, babanıza gösteriyorsunuz, okul dışından arkadaşlarınıza gösteriyorsunuz. Dışardan, hem de edebiyat dünyasından bir takım gönül okşayıcı laflar işitiyorsunuz. Bilmiyorum hatırlar mısın? Seher çıkardı arkadaşlarımız gelir, bize yazılarımızı imzalatırdı. Bütün bunlar insanın çok hoşuna giden şeyler. İkincisi, belki bizim de burada hatamız, belki de gençlikten kaynaklanan garip davranışlarımızın da etkisi olabilir, bilmiyorum, çünkü insan o zamanlarda, kendini başkalarından ayrıştırması gerektiğini düşünüyor, kendi hayatını anlamlandırabilmek için. Bundan kaynaklanan bir şey belki de. Siz o şekilde ayrıştırıyorsunuz, başkası farklı şekilde ayrıştırıyor ama bu ille de mücadele içinde olmalıymış gibi bir şey var ortada. Onların da etkisi vardır bunda. Bir de sonuçta ister istemez Seher bizim üstümüze yapıştı. Başka birisi de kendi edebi anlayışı doğrultusunda bir şeyler yapmak istiyorsa, onu Seher’de yapamazdı, onun önünde biz tabii ki bir engeldik. Yazısını dergide yayınlayabilir ama Seher’de bizim kadar söz sahibi olabilmek için bizim kadar şansı olmayacak, bu doğal bir şey. Biz mezun oluncaya kadar beklemesi lazım, o da bizimle mezun olacaksa ya da bizden önce mezun olacaksa kendi dergisini çıkarmak istiyordu. Böyle bir şey bence.
Gıcıktık diyorsun bir anlamda biraz…
Olabilir bilmiyorum. Şunu söyleyebilirim lisede, mezun olduktan sonraki kadar uzlaşmacı değildim. Çok umurumda olmazdı.
Peki okul bittikten sonra bu ilişkiler nasıl oldu?
Bir kere ben okulda okurken bana deselerdi ki “bu okulun mezunlar derneği olacak ve o mezunlar derneğinde aktif faaliyet göstereceksin hatta günün birinde de o mezunlar derneğine başkanlık edeceksin”, herhalde çok inanmazdım. Hani insanlar da beni o konumda kabul etmez diye düşünürdüm bir yandan, bir yandan da “böyle bir şey ister miyim ki ben?” diye düşünürdüm. Bu benim açımdan da şaşırtıcı bir şey olurdu ama insan büyüdükçe o sivri yönleri törpüleniyor, adam olmak için kendinizi illa başkalarından ayrıştırmanız gerekmediğini, o ayrıştırmayı da insanların gözüne gözüne sokmamanız gerektiğini düşünüyorsunuz. O yüzden, siz de benzer bir olgunlaşma süreci geçiren arkadaşlarınızla, hayata aynı doğrultuda bakmasanız da, farklı farklı şeyler hedefleseniz de bir arada bulunabiliyorsunuz, iyi geçiniyorsunuz, hatta birbirinizi özlüyorsunuz.
Bunu o zaman şöyle sorayım; sen o dönemi bilmezsin ama en azından bizim okuduğumuz dönemde ki –şunu da bu arada belirtmekte fayda var- aramızda altı dönem fark var.
Tabii ben ‘94 mezunuyum sen ‘99 mezunusun, aslında 2000 mezunu olacaktın.
Evet, bu da ciddi bir fark ama şunu söyleyeyim, Seher’in etkisiyle öğrenciler arasında şöyle bir heves gelişti, Kartal’da her üç kişiden dördü şairdir. Sen belki bunun Seher’in direkt etkisiyle olduğunu düşünmüyorsun…
Ama ben şunu söyleyebilirim, zaten 10 -16 yaş arasındaki herkes için geçerli değil midir bu?
Sence Seher’in bu anlamda okula ne katkısı oldu?
Bence Seher’in okula şu anlamda bir katkısı oldu, Seher’le şu görüldü, anlatıyorum size, okul sobalı, hiçbir maddi imkan yok, kurtlu kuru fasulye yiyorsunuz ama böyle bir okulda bile öğrenciler, bir çok yer için lüks sayılabilecek bir faaliyet yapıp; çünkü dergi bedavaya çıkmıyor, parayla reklam alarak şunu yaparak, bunu yaparak bir dergi çıkarabiliyorlar. Üstelik de belli bir iddiası, duruşu olanbir dergi… Bence bunun bir katkısı var, bunun getirdiği bir şey evet var ama bu sadece, bunun ötesinde bir şey midir bunu bilmiyorum
Bir dönem dernek başkanlığı görevinde de bulundun, var mı başkanlık dönemi tespitlerin?
Aslında başkanlık da dememek lazım ona, biz bir ekip hareketiydik efendim. Şunu söyleyebilirim bir kere henüz üniversitede okurken, herkes daha fazla ilgileniyor ama hayatın içine daldığı zaman biraz unutabiliyor derneği. Bunu bir şekilde derneğin, bizim becerip oturtmamız, kurumsallaştırmamız lazım. Dernek tecrübesiyle gördüğüm en net şey şu; demin de bahsettim, lisedeyken çocuksu kavgalar ettiğiniz birbirinizden çok hoşlanmadığınız insanlarla, aynı masada oturup, ihtiyacı olan arkadaşlara burs bulabilmek için çılgınca bir mücadele verebiliyorsunuz. Cami kapılarında hiç utanmadan ne verirsen elinle o gelir seninle diye bağırabiliyorsunuz. Eskiden yaşamış olduğunuz şeylerin hiç önemi yok. Yani ilişkiler daha farklı bir boyuta geçiyor. Bunun dışında ne diyebilirim, büyük şeyler söyleyemeyeceğim.
Bunu atlamıştım klişe bir soru diye ama şimdi sormak istiyorum, bir hatıranızı dinleyebilir miyiz?
Efendim hangi birini anlatayım? Zaten deminden beri bir sürü hatıraya boğulduk. Hatıra gibi olmasın da, hatırladıkça benim çok güldüğüm bir kaç şeyden bahsedeyim. Mesela biz ortaokuldayken, Beykoz günlerindeyken, her yatılı okulda olduğu gibi, bizim okulda da hırsızlık vakaları çok olurdu. Ben de o zamanlar bugün de olduğu gibi dedektif romanları okuyan bir çocuktum. Sen de bilirsin bir sürü seriler vardır; Gizli Yediler, Afacan Beşler, bir de bir Alman serisi vardı, üstelik yatılı okulda geçen, TKKG diye, bir grup velet bir araya gelir, bir takım ritüelleri vardır, çok mühim sırları çözerler. Bizim elimizde öyle çok fazla sır çözecek imkân yoktu, ne yapabiliriz? Hırsızları yakalayabiliriz. Öyle bir gizli örgüt kurduk biz de mesela. O örgüte gizli toplantı yeri yapacağız diye aylarca Hacı Amca’nın bahçesini kaz kaz… Kazma işlemleri biter bitmez de kavga edip dağılmamızı ben hep gülerek hatırlarım. Bu arada hiç hırsız yakalayamadık çünkü bütün örgüt hayatımız…
Kazmakla geçti..
Tabii. O da ayrı komedi, okuldan gizlice kazma kürek aldık. Hırsızları yakalamak için kurulmuş bir çete, aletini edevatını okuldan çaldı. Onları gizli yollarla Hacı’nın elma bahçesine götürdü. Üstelik kulübe inşa edemiyoruz, imkanlar sınırlı, etrafta bir takım metruk evler filan var ama onları kullanabilecek kadar cesur değiliz, biz de ne yapalım, çukur kazıyoruz, o çukurun üstünü de suntayla kapatacağız, duvarları da suntalarla sağlamlaştıracağız, içeri masa sandalye koyacağız toplantı yerimiz olacak, şimdi düşünüyorum da iyi ki de kavga edip dağılmışız, başımıza çökecekti muhtemelen gizli toplaşma yerimiz. İşte biz aylarca kazdık orayı. Kazmakla da bitmiyor mesai, kimse kazdığımızı görmesin diye her gün üstü kapatılıyor, gizleniyor, kazma kürekler saklanıyor… Sonra kavga ettik, dağılıyoruz, ama çukur var ortada, ne yapmalı, haydii, bu kez de çukuru doldurmaya uğraş… Bu ne zaman aklıma gelse gülerek hatırlarım. Beykoz’da bir ara beyzbolun moda olmasını da çok gülerek hatırlarım. Neredeyse sınıflar arası turnuvalar yapmaya varıncaya dek ilerlemişti iş, kimse kurallarını net olarak bilmiyor beyzbolun, herkes televizyondan seyrettiği filmlerden hatırladığı ya da anlayabildiği kadarıyla kural uyduruyor… Kimin babası marangozsa işte o bir beysbol sopası yaptırmış, beyzbol topu da yok elbette, Almanya’da biri tenis topu getirirse o beyzbol topu oluveriyor… Bunu çok gülerek hatırlarım. Bunları anmış olayım tekrar.
Karın da Kartallı, Tuba, benim de sınıf arkadaşım; dolayısıyla biz Ali’ye safkan Kartallı diyoruz. Metin Gül hikayeleri dinleyerek büyüyen bir nesil, en azından mizah anlayışı çok gelişmiş bir nesil olacak… Sen ne düşünüyorsun Kartallı olup da bir türlü kopamamak hakkında?
Kartallı olup da bir türlü birbirinden kopamamak deyince sanki kopmak istiyormuşsun da seni bırakmıyorlarmış gibi bir mana çıkıyor. Öyle değil, bir kere demin dediğim gibi Eyüp benim yedinci sınıftan beri hayattaki en yakın arkadaşım, sonra lise birde miydik ikide miydik neydik, Kadir’le samimi olduk, benim bir kardeşim olsa Eyüp gibi, Kadir gibi olurdu en fazla, daha fazla olmazdı. Demin de saydım isimlerini, Eyüp’le Kadir’le olduğu kadar sık görüşemesek de, bir Alperen’in, Demiray’ın, Cenk’in, Bünyamin’in yeri bambaşkadır. Bu bilinçli olarak, düşünülerek aman da bağlarımızı koparmayalım diye yapılmış bir şey değil. Bir de sözgelimi Ömerler’le, Ömerler’in döneminden bir çok insanla işte yine birilerini unutacağım diye endişeleniyorum, Mehmet’le, Selman’la, Ali’yle, Bacacı’yla, İpşirli’yle, Selim’le, aslında aramızda 3-4 yaş olmasına rağmen, hiç öyle bir yaş farkı yokmuş gibi kurulan bir arkadaşlığımız var. Belki Seher’de birlikte çalışmanın getirdiği birşey bu. Sonra daha da küçüklerden Ertuğrul Harmanlar var mesela, daha da küçüklerden Halil Portakaloğlu var, onlarla tanıştığımda çoktan mezun olmuştum… Sonuçta böyle arkadaşlıklar zaten lise bitince bitmiyor, zaten dediğim gibi bir kısmı lise bittikten sonra başlamış… Ne yapayım benim hayatım bunlardan oluşuyor. Üniversite yıllarında bunun üstüne hiçbir isim eklenmedi mi elbette eklendi, oradan da çok yakın arkadaşlarım var, en az bu arkadaşlarım kadar yakın olduğum arkadaşlarım var ama o dönem bitti artık, hadi defteri kapatıyoruz, öyle bir şey değil. Yatılı olmanın getirdiği bir şey belki de. Arkadaşlıklarınız uzun sürüyor çünkü şundan dolayı arkadaş olmuyorsunuz; “Biz seninle yan yana oturuyoruz hadi arkadaş olalım.” Ertesi gün başkasıyla yan yana oturuyorum onunla arkadaş olayım, o okul bitti başka okula gittim bu sefer o okuldan birileriyle arkadaş oldum. Sonra çalışmaya başladım o işyerinde, hoop çevrem değişsin… Hayatı böyle geçiren insanlar var ve onların maalesef bence hiç arkadaşları, hiç dostları yok. Mesela bugün bazen öyle insanlarla karşılaşıyorum çalışma hayatı içinde, hiç arkadaşı olmayan birtakım insanlar var, yakın arkadaşları hep o dönem hayat onu kiminle yan yana koyduysa o. O iyi bir şey değil bence, kendimi o yüzden de çok şanslı hissediyorum. Çevremde çok yakın arkadaşım diyebileceğim bir sürü insan var ve bunların hiçbiri dışardan dayatılan bir zorunluluk nedeniyle değil. Bugün istemesem hiçbirini görmem ama görmeden de duramıyorum.
Bu arada insanın karısının da kendisiyle aynı liseden mezun olması ilginç hatta güzel bir şey çünkü…
Aynı dili konuşuyoruz.
Demin Metin Gül’den bahsettim, Metin Gül’ü tanımayan birine anlatamazsın, yani ondan ders almamış birine onun ders anlatışını anlatamazsın.
Elbette bir kere aynı dili konuşuyorsunuz, benim açımdan bu acayip rahatlatıcı bir şey, zaten sizin arkadaşlarınız onun da arkadaşları oluyor, öyle bir intibak süreci gerekmiyor. Ama ille de böylesi en iyisidir diyemem kimseye. Yani belki de hiç bilmeyen birine anlatmanın, o intibak çabasının da kendine göre zevkleri, eğlenceleri vardır… Ama kendi adıma ben hayatımdan çok memnunum ve Kartal’ın belki de bana kattığı en önemli şey o. Ben Tuba’yı orada buldum.
Son soruyu sorayım sana. Sen Kartal’ın müdürü olsaydın nasıl bir okulumuz olurdu?
Muhtemelen daha kötü bir okulumuz olurdu. ÖSS, ÖYS birincileri çıkarmayan bir okul olurdu muhtemelen, bilmiyorum nasıl bir okul olurdu. Öğrencisini daha özgür bırakan bir okul olacağı muhakkak. Ne bileyim, etrafı demir tellerle çevrili olmazdı, yatakhaneler gündüz kilitlenmezdi, kimsenin saçıyla başıyla uğraşılmazdı, sınıflarda üst baş araması yapılmazdı… Öğrencilerinin içinde okumaktan daha az şikayet ettiği bir okul olurdu muhtemelen, ama bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Eğitimci de değilim bu manada, bilmiyorum o yüzden…
Çok eğlenceli bir röportaj oldu.
MÖ– Benim için de öyle oldu.